Şia Tarihinde Siyasi ve Sosyal Değişim

0
Şia mezhebi, tarihi boyunca mezhebî ve kelamî faaliyet­leri açısından etkili birçok siyasi ve sosyal değişim ge­çir­miştir.

Bu dersimizde kısaca bu değişimlere değineceğiz.

1- Halifeler Dönemi:Bu dönemin büyük bir bölümünde Şia siyasi ve sosyal açı­dan matlup bir duruma sahip de­ğildi. Fakat İmam Ali (a.s.)’ın hilafeti döneminde matlup bir duruma sahip oldu ve Emir el-Müminin tarafından tevhidi maarif açıklandı. Böy­lece birçok âlim tefsir, fıkıh ve kelam alan­larında onun ilim denizinden istifade etti.

Tabii İmam Ali (a.s.) kendi hilafeti döneminden önce de tevhidi maarifi beyan ediyor ve birçok âlim yetiştiriyordu ama kendi hilafeti döne­minde bunda gözle görünür bir artış oldu. 2- Emeviler Dönemi
Bu dönemin büyük bir bölümünde siyasi şartlar tamamen Şia’nın aleyhineydi. Şialar Emevi hâkimleri tarafından bir­çok ruhi ve cismi işkence ve eziyetlere tahammül etmek zorunda kal­dılar. Buna rağmen dini ve kelamî risaletlerinden geri kalmadılar ve masum imamların yol göstericilikleri ile güçleri oranında risaletlerini hayata geçir­diler.

Emevi devletinin son dönemlerinde ve Abbasilerin ilk dö­nemlerinde yani İmam Bakır’ın imamet döneminin bir bö­lümü ile İmam Sadık’ın imameti dönemlerinde Şialar ve Ehlibeyt için siyasi şartlarda nispeten bir iyileşme görüldü. Zira Emevi devleti yıkılmak üzereydi ve Emevi hâkimleri fikri ve ruhsal ıstıraplar içindeydiler. Bu yüzden Şialara baskı yapacak du­rumda değillerdi. Abbasiler döneminin başlangıcında ise devletin tam oturmaması, sebatın olma­ması ve aynı şekilde Ehlibeyti savunma şiarıyla Emevilere karşı galip geldiklerinden Ehlibeyt ve taraftarları iyi bir ko­numdaydılar. Bu dönemde İmam Bakır (a.s.) ve İmam Sadık (a.s.) ve­silesiyle Şia’nın ilmi ve kültürel hareketinin temel­leri atılıp yayıldı.

3- Harun’dan Mansur’a
Mansur döneminde bir defa daha Ehlibeyt siyasi baskı­lara maruz kaldı. Nitekim Suyuti bu hususta şunları söyle­miştir:

“Mansur, Aleviler (Şiiler) ile Abbasiler arasında fitne ate­şini yakan ilk Abbasi halifesi idi. Hicri 145’te (Mansur’un hilafetinin dokuzuncu yılında) Abdullah bin Hasan bin Ha­san bin Ali bin Ebutalib’in çocukları Muhammed ve İbra­him, Mansur aleyhine ayaklandılar. Fakat o ikisi ve Ehli­beyt’ten birçok kişi Mansur’un eliyle şahadet makamına ulaştı.”[1]

Muhammed Eskanturi şöyle diyor: “Mansur’un yanına gittim. Derin düşüncelere daldığını gördüm. Ne düşünüyor­sun? dedim. Fatma’nın evlatlarından bin kişiden fazlasını öldürdüm ama büyüklerini (İmam Sadık) öldürmedim, diye cevap verdi.”

Mansur’un Şialara yaptığı işkenceler ve onları karanlık ve korkunç zindanlara atıp duvar aralarına koyması meşhur­dur.[2]

Mansur’un emriyle şehit olanlardan biri de İmam Sadık (a.s.)’ın idari işler sorumlusu ve ya­kın ashabından olan Mualli bin Hanis idi. Mansur, Medine valisi Davud bin Urve’den onu öldürmesini istedi. Davud, Mualli’yi yanına çağırdı ve ölümle tehdit edip Şiilerin isimlerini kendisine söylemesini istedi. Mualli direndi ve dedi ki: “Allah’a ye­minler olsun ki eğer bun­lardan birisinin ismi ayaklarımın altında olsa ayaklarımı kaldırmam.” Davud onu öldürdü ve başını da kesip astı.

O nihayetinde İmam Sadık (a.s.)’ı zehirleyip şehit etti.[3]

Bu durum Mehdi Abbasi (h. 158–168), Hadi Abbasi (on beş ay) ve Harun Reşit (170–193) dönemlerinde de devam etti. Bunlar baskı, işkence, zindan, sürgün ve öldürmede Mansur’un yolunu devam ettirdiler. Muhammed bin Ebi Amir ve Fazl bin Şazan onun emriyle zindana atıldılar ve işkence gördüler. O, Hişam bin Hakem’in yakalanma emrini de verdi ama Hişam kaçıp gizlendi. Harun Reşid’in emriyle Hamid bin Kahtebe’nin cinayeti meşhurdur.[4]

4- Emin’den Vasık’a (193–232)
Harun’dan sonra Muhammed Emin dört yıl birkaç ay bo­yunca hilafet makamında oturdu. Onunla ilgili Ebu’l-Ferec Makatilu’l-Talibiin adlı eserde şunları yazmaktadır:

“Emin’in Ali bin Ebutalib’in evlatlarına karşı yöntemi se­leflerinin aksineydi. Sebebi de ha­yatını güzel geçirmek iste­mesi ve bunun için gerekli vesileleri hazırlamakla uğ­raşma­sıydı. Nihayetinde kardeşi Memun ile savaştı ve öldü­rüldü.”

Memun kardeşini öldürdü ve siyasi gücü ele geçirip yirmi yıl boyunca (198–218) Abbasiler devletini yönetti.

Memun’un yönetimi döneminde Şialar İslam dünyasının birçok şehrine nüfuz etti ve bunun etkileri Memun’un sara­yında da zahir oldu. Nitekim Memun’un veziri Fazl bin Suheyl Zu’l-Riyaseteyn ve ordusunun komutanı Tahir bin Hasan Şia idiler.

Memun Şiaların çoğaldığını, İmam Rıza (a.s.)’ın halk ta­rafından sevildiğini, halkın babasın­dan (Harun) rahatsız ol­duğunu ve önceki Abbasi yöneticilerine karşı adavet hisle­rine sahip olduklarını gördü. Bu yüzden görünüşte Ale­vilerle (Ehlibeyt) dostluk ve anlaşma yöntemini seçti ve bu yolla halkın teveccühünü kazandı. Riya ve nifak kapısından girip Şii olduğunu ilan etti. Ali bin Ebutalib’in hakkaniye­tini, hilafetini ve Ebubekir ile Ömer’den üstün olduğunu söyledi. Hatta hilafetin teslimi ve ardında da veliaht mesele­sini gün­deme getirdi. Fakat tek hedefi iktidarını koru­mak ve konu­munu sabit kılmaktı. Nihayetinde de İmam Rıza (a.s.)’ı ze­hirleyerek şehit etti. Her halükarda zahirdeki bu yumuşama Şia akidesinin yayılması için ge­rekli zeminleri hazırladı.

Bu hususta etkili olan başka bir husus daha vardı. O da, Yunanca ve Süryanice’den birçok ilmi ve felsefi kitabın Arapça’ya tercüme edilmesi ve yayılmasıydı. Bu, Müslü­manların akli ve istidlali ilimlere yönelmelerini çabuklaş­tırdı. Nitekim Memun’un kendisi de Mutezile mez­hebine bağlıydı ve istidlali meselelere olan ilgisinden dolayı dinler ve mezhepler hakkındaki kelami tartışmaları serbest bırak­mıştı. Şii âlim ve mütekellimler de bu fırsattan yararlanarak Ehlibeyt mezhebini yaymak için çabaladılar.

Mutasım (ö. 227, h.) ve Vasık (ö. 232, h.) dönemlerinde Ehlibeyt için siyasi şartlar Memun’un dönemi gibiydi. Ni­tekim bu ikisi de Mutezile kelamına ilgi duyuyorlardı ve kelami ve istidlali tartışmaları serbest bırakmışlardı. Her ne kadar Mutasım kendi batınında İmam Cevad (a.s.)’a düş­mandıysa ve nihayetinde öldürme emrini verdiyse de İmam Cevad (a.s.)’dan sorulan birçok kelamî mesele, Mutasım döneminde halkın İmam Cevad (a.s.) ile görüşmesinin yasak olmadığını göstermektedir. İmam Cevad (a.s.)’ın şehit olma­sından sonra cenazesinin defni için büyük bir kalabalık top­landı. Halbuki Mutasım halkı İmamın cenaze­sine katılmak­tan men etmişti. Lakin kimse onun emrini dinlemedi ve kı­lıçlarını kuşanıp İma­mın evinin etrafında toplandı. Bu da o dönemlerde Şia’nın sahip olduğu güce ve çoğunluğa delil­dir.[5]

5- Mütevekkil ve Ondan Sonraki Dönem
Mütevekkil’in (232–247) hâkimiyete gelmesiyle şartlar tamamen değişti ve Alevilere karşı olan kin ve baskılar ye­niden gün yüzüne çıkmakla beraber Ehlibeyt ile irtibat da siyasi suç sayıldı. Mütevekkil’in Hicri 236’da Hz. Hüseyin (a.s.)’ın kabrini harabeye çevirmesi ve bura­nın ziyaret edil­mesini yasaklaması meşhurdur.[6]

Mütevekkil’in düşmanlığı Şialarla sınırlı değildi. Felsefe, kelam ve akli ilimlere de muhale­fet ediyordu. Corci Zeydan bu hususta şunları yazmaktadır; “Mütevekkil hilafete geldiği gün­den son nefesini verdiği ana kadar filozoflara, rey ve kıyas ehline ve mantıkçılara eziyet ve işkence etmekte geri kalmadı.”[7]

Mütevekkil’den sonra Abbasiler devleti birçok iç karışık­lılıklarla karşı karşıya kaldı. Saray­lılar iktidarı ele geçirmek için bazen çatışmalara giriyorlardı ve Mutezid Abbasi dö­nemine kadar (247–279) Muntesir, Mustain, Mutez, Muhtedi ve Mutemid olmak üzere beş kişi hilafet tahtına oturdu. Mutezid’in iş başına gelmesiyle Abbasi hilafeti tekrar eski gücüne kavuştu. Suyuti onun hakkında şunları söylemekte­dir: “Ona ikinci Seffah lakabını vermişlerdi. Zira ondan önce ve Mütevekkil’den sonra yok olmakla karşı karşıya kalan devlet kurumlarını ve ordusunu tekrar eski gücüne kavuş­turmuştu.”[8]

6- Al-i Buye, Fatımiler ve Hemdaniler Dönemi
Hicri dördüncü ve beşinci yüzyılda siyasi şartlar açısında Şiiler en iyi dönemlerini yaşadılar. Zira Al-i Buye hanedanı Şia idiler ve Abbasi devletinin kurumlarında çok fazla nü­fuzları vardı. Buye’nin daha önce Fars bölgesini yöneten Ali, Hasan ve Ahmet adındaki çocukları Hicri 333’te Mustekfi zamanında Bağdat’a gidip saraya uğradıklarında halife tarafından bü­yük bir ihtiramla karşılandılar. Burada Ahmet “Mazu’l-Devlet” Hasan “Ruknu’l-Devlet” ve Ali “İmadu’l-Devlet” lakaplarını aldılar. Emir el-Umera maka­mına sahip olan Mazu’l-Devlet daha sonra Mustekfi’ye va­zife belirleyecek kadar güç sahibi oldu. Onun emriyle Aşura günü pazarlar tatil edildi ve İmam Hüseyin (a.s.) için matem merasimleri tutuldu. Geniş bir şekilde Gadir-i Hum mera­simleri oldu.

Velhasıl Al-i Buye yöneticileri İmamiye mezhebinin ya­yılması için çok çabaladılar. İslam devletinin merkezi olan Bağdat’ta Al-i Buye’den önce halk Ehl-i Sünnet mezhebine tabi idi­ler. Fakat Al-i Buye’nin gücü ele geçirmesiyle Şialar arttı ve özel mera­simlerine katılımlar çoğaldı. Bu dönemde yaşayan İmamiye mezhebinin meşhur mütekellimi Şeyh Müfid çok saygı gö­ren bir insandı. Bağdat’ın Kerh bölge­sinde olan Berasa Ca­misi ona aitti. O bu camide namaz kıl­dırmak ve vaaz vermek dışında öğrenci yetiştirmekle de meşgul idi. Sahip olduğu ilmi ve içtimai konumundan dolayı Şia’nın farklı gruplarını düzene sokmayı başardı ve Şia aki­desini sağlamlaştırıp yaydı.

Al-i Buye’nin hizmetleri sadece Şia mezhebi ile sınırlı de­ğildi. Bilakis İslam medeniyet, kültür ve edebiyatına bü­yük hiz­metlerde bulundu. Ğanavi, el-Edeb fi Zilli Beni Buye ese­rinde şunları söylemektedir; “Al-i Buye döneminin en önemli özelliği; bu dönemde ilmi ve kültürel seviyenin yük­selmesi idi. Zira Al-i Buye sultanı ve vezirlerinin bu husus­taki etkileri çok fazla idi. Sultanlar daima vezirleri yazarlar ve âlimler sınıfından seçiyorlardı… Bundan ötürü şöh­retleri bütün âlemi kapladı. Her taraftan âlimler ve edipler bunlara yönel­diler ve onların te­veccühlerine mazhar oldular. İlim, felsefe ve edebiyat alanında ve düşünceleri harekete geçir­mede ön­cülerini (Abbasi halifeleri) geçmişlerdi.”[9]

Hicri dördüncü yüzyılda da Mısır’da Fatımiler kudreti ele geçirdiler ve Hicri altıncı yüzyılın sonlarına kadar (h. 567) hâ­kimiyetlerini sürdürdüler. Fatımiler devleti her ne kadar On iki imam mezhebine bağlı olmasa da Şia’ya davet te­melleri üzerine kuruldu. İsmaili mezhebine bağlıydılar. Bu iki mez­hep arasında her ne kadar birçok farklılık varsa da Şia mez­hebinin slo­ganlarını koruma, vahiy hanedanından İslami öğretileri alma ve halkı bu yönteme uymaya teşvik etme hususunda her iki mezhep de uyum içindedir.

Suyuti şöyle demektedir: “Hicri 357’de Karametiler Şam’ı ele geçirip Mısır’ı da almak iste­yince Ubeydiyun (Fa­tımi­ler)[10] buraya hâkim oldu. Böylece Rafızî (Şii) devleti Fas, Mısır ve Irak’a hâkim oldu. Bunun nedeni de Mısır hâkimi Kâfur Ahşedi’nin ölümünden sonra Mı­sır’ın düzeninin bo­zulması ve askerlerin maddi sorunlarla karşı karşıya kalması idi. Bu asker­lerden bir grup Muazuddinullah (Fas bölgesi hâkimi) için mektup yazıp ondan Mısır’ı ele geçirmesini istediler. O, Cevher adındaki askeri komutanını bin süvari ile Mısır’a gönderdi. O da Mısır’ı ele geçirdi. Hicri 358’de si­yah elbise giymeyi ve Beni Abbas’ın okuduğu hutbeyi oku­mayı yasakladı. Beyaz elbise giymeyi ve aşağıdaki hutbeyi okumayı emretti:

“Allahume Selli Ala Muhammedu’l-Mustafa ve Alâ Ali el-Murteza ve Alâ Fatimetu’l-Betul ve Alâ el-Hasan ve’l-Huseyn Sebti’l-Resul…”

O, Hicri 359’da el-Ezher üniversitesinin kurulması emrini verdi ve Hicri 361’de üniversite­nin yapımı bitti. Aynı şe­kilde ezanda (Heyya Alâ Hayru’l-Amel) cümlesinin söylen­mesi em­rini verdi. Şam’da da Muazubillah’ın Şam hâkimi Cafer bin Felah tarafından böyle bir emir verildi.[11]

Hemdaniler ve Şia Mezhepleri
Hicri dördüncü yüzyılda İslam dünyasında başka bir Şii devleti kuruldu. Bu da Hemdaniler (293–391) devleti idi. Hemdanilerin en yetenekli sultanı Seyfu’l-Devlet (303–350) lakaplı Ali bin Abdullah bin Hemdan idi. O, âlim ve âlimleri seven savaşçı bir insandı. Hayatının çoğunu saldırgan Rum­larla savaşmakla geçirdi. Hemdaniler döneminde Halep ve etrafları gibi Suriye toprakları Balbek, Tevabeş, Cebelu Amil ve sahilleri Şiilerin yerleşim yeriydi. Bilhassa Halep şehri Şii âlimlerin ve özellikle Benu Zuhre’nin üssü sayıl­maktaydı. Şia akidesinin yayılma­sında önemli roller ifa eden Ebu Firas (ö. 357) Hemdanilerin meşhur şairi idi. Nitekim onun Meymiye kasidesi çok meşhurdur ve içeriği aşağıdaki şekildedir:

Hakikat korunmuş din de saygın kabul edilmiştir.Allah Resulü’nün ailesinin hakları ise ellerinden alınmış­tır.
Hemdaniler hiç kimseyi Şia mezhebine tabi olmaya zor­la­madılar, mal ve makam vesilesiyle de kandırmadılar. Halkı zorla ve korku ile Sünni olmaya mecbur kılan Emeviler, Abbasiler ve Selahattin Eyubi’nin aksine ihlaslı mübelliğleri halk için hakikatleri anlatıyor ve istedikleri mezhebi benim­seme hususunda halkı kendi hallerine bırakıyorlardı.

Hemdaniler aydın ve özgür düşünceli insanlardı. Bu yüz­den ülkeleri bütün mezhep ve din­lerden filozoflar, edipler ve âlimlerin karargahı olmuştu. Hatta Rum diyarındaki sanat erbabı bile ülkelerinden kaçıp Seyfu’l-Devlet’e sığınıyor­lardı.[12]

Selçuklular ve Eyyubiler Döneminde Şia
Hicri beşinci yüzyılın ortalarında Selçuklu adında önemli bir devlet kuruldu ve Bağdat’ta mezhebi Sünni olan devleti yok olmaktan kurtardı. Şiilerin Mısır, Irak, Şam, Fars ve Horasan bölgelerindeki ilerlemelerinin önünü aldı. Selçuk­lular devleti Hicri yedinci yüzyılın sonlarına kadar varlıkla­rını korudu.

Hicri altıncı yüzyılın ikinci yarısında (565) kurulan bir di­ğer güçlü devlet de Eyyubiler devleti idi. Bu devlet meşhur komutan Selahattin Eyyubi tarafında kuruldu ve 848 yılına ka­dar varlığını devam ettirdi.[13]

Selahattin Eyyubi’nin haçlılarla olan savaşları ve feda­kâr­lığı takdire şayandır. Lakin onun Ehl-i Sünnete aşırı bağ­lılığı ve Şiilere aşırı düşmanlığı inkâr edilemeyecek büyük bir zaafıdır. Mısır’ı Fatımilerden aldıktan sonra onlara karşı çok gaddarca davrandı. El-Ezher fi Elf-i Am adlı eserde şun­lar yazılmaktadır: “Eyyubiler Şii eserlerine el atıp bunları yok ettiler. Selahat­tin, Fatımiler devletini azletti ve kavmini bir gece vakti evlerine gönderdi. Can yakıcı inleme ve ağla­ma­ları o kadar yükselmişti ki halk ne yapacaklarını bilmez hale gelmişti…”[14]

Beni Ümmeye ve Haccac’ın bayram olarak kutladıkları Aşure gününü tekrar bayram olması emrini verdi. Ezandan (hayya alâ hayr-il amel) kelimesini çıkardı. Şiilere karşı zorlamada o kadar ileri gitti ki ancak Ehl-i Sünnet’in dört mezhebinden birine tabi olanların şahadetlerinin kabul edil­mesi emrini verdi. Bu dört mezhebe bağlı olmayanların ders verme hakkı yoktu. Fatımilerin kurduğu ve içinde farklı ilim dallarında birçok şahane eserin bulunduğu kütüpha­neyi yok etti. Bu düşmanca yöntemin sonunda Şiilik Mısır’da unu­tuldu.[15]

Moğollar Döneminde Şia
İran’da kurulan Moğollar devleti Hicri 650’de Hulagu Han tarafında kuruldu ve 736’da Sultan Ebu Said’in ölü­müyle yıkıldı.

Hulagu Han Irak’a ikinci saldırısında Abbasiler devletini ortadan kaldırdı. Bütün mezhepleri öğretilerini yaymada ve mezheplerinin gereksinimlerini yapmada serbest bırakıp âlim ve ule­mayı saygın bildi. Başka bir ifade ile Hulagu Han katliam ve yağmalarında dini temayüller esasınca hareket etmiyordu. Bu yüzden ele geçirdiği bölgelerde farklı dinlere karşı ılımlı dav­ranıyor ve onları öğretilerinde serbest bırakı­yordu.

Hulagu Han’ın Müslüman olup olmadığı hususunda ihti­laflar vardır. Hatta bazıları onun Şi­iliği bile kabul ettiğini bile iddia etmişlerdir. Fakat Nikovadarbin Hulak (Ahmet), Gazan Han (Mahmud), Nikolavus (Sultan Muhammed Hudabende) ve Bahadır Han adlı dört Moğol sul­tanının Müslüman olduğu kesindir. Ahmet’in saltanatı pek etkili değildi. Gazan Han hakkında Şii olduğuna dair tarihi deliller vardır. Sultan Muhammed Hudabende ise ilk başlarda Ha­nefi mezhebine bağlıydı. Fakat zamanın Ehl-i Sünnet âlim­leri arasında en bilge âlim olan ve sultan tarafında kadılar kadısı makamına atanan Nizamuddin Abdulmelik Şafii, Ha­nefi mezhebi âlimleriyle girdiği tartışmada galip geldiği için sultan da Şafii oldu. Nihayetinde Nizamuddin Abdulmelik Şafii ve Allame Hilli (ö. 762 h.k) arasında vaki olan tartış­mada Allame Hilli, Nizamuddin’e karşı galip geldiğinden sultan da Şii mezhebini seçti. Ardından ülkesinin sınır­ları içinde yer alan bütün bölgelerde İmamiye (Şii) mezhebinin merasimlerinin icra edilmesi emrini verdi. Sultanın emriyle Allame Hilli “Nehecu’l-Hak ve Keşfu’l-Sıdk” adlı meşhur ese­rini kaleme aldı. Muhammed Hudabendi’den sonra salta­nat tahtına oturan oğlu son Moğol sultanı Bahadır Han da Şia mezhebine tabi idi.

Moğol sultanları döneminde büyük Şia âlimleri ortaya çıktı ki bu âlimler şunlardır; Şerayi kitabının yazarı Muhak­kik Hilli (ö. 676. h.k), el-Camî el-Şerayî kitabının yazarı Yahya bin Said (ö. 689 h.k.), Allame Hilli, babası Sedidudin Hilli, oğlu Fahru’l-Muhakkikin (ö. 771 h.k.), Seyyid Raziddin bin Tavus (ö. 664 h.k.), Seyyid Gıyaseddin bin Tavus (ö. 693 h.k), İbni Miysem Bahrani (ö. 676 veya 699 h.k.), Hacı Nasreddin Tusi (ö. 672 h.k.), Kutbettin Razi (ö. 766 h.k)… vb.

Bu dönemin en ilginç olayı “seyyar medresenin” ortaya çıkmasıdır ki Allame Hilli’nin öne­risiyle sultan Muhammed Hudabende tarafında tesis edildi. Zira Moğol sultanları yaz­ları Merağe ve Sultaniye’de kışları da Bağdat’ta ikamet edi­yorlardı. Bununla birlikte sultan Mu­hammed Hudabende daima yanında büyük âlimleri bulunduruyordu. Allame Hilli’yi çok sev­diğinden onun da kendisi ile birlikte olmasını istedi. Allame’nin bu öneriyi reddetmesi masla­hat değildi. Çünkü Allame Hilli’yi sevmeyen insanlar onun bu davranı­şını farklı şekilde yo­rumlayıp aleyhinde kullanma olasılığı vardı. Allame Hilli bir taraftan da bütün zamanını sul­tanın yanında geçirip ilmi çalışmalarından geri kalmak istemi­yordu. Bu yüzden seyyar med­rese önerisinde bulundu. Sul­tan da bu öneriyi kabul etti. Böylece Allame Hilli İmamiye akait ve öğretilerini yaymayı ve birçok öğrenci yetiştirmeyi başardı.[16]

Safeviler ve Osmanlılar Dönemi
Hicri onuncu yüzyıla kadar siyasi şartlar açısından Şia eski dönemlerdeki (Eyyubiler ve Sel­çuklular dönemi) gibi bir dönemi yaşamaktaydı. Fakat bu dönemin sonunda Birinci Şah İs­mail’in eliyle Safevi devleti kuruldu ve Şia mezhebi resmi mezhep ilan edildi. İran o zamana kadar taife emirleri tarafında yönetiliyordu ve her bölgeyi bir emir, vezir, han ve kabile reisi ele almış yönetiyordu. Şah İsmail’in yaşı on dördü geçmemesine rağmen babasının müritle­rinden bir ordu oluşturdu ve tek bir İran düşüncesine binaen Erdebil şehrinden ayaklandı. Farklı bölgeleri birbiri ardınca fethetti ve taife emirlikleri sistemini ortadan kaldırdı. Böylece küçük parçalara ayrılmış İran’ı tek ve düzenli bir ülke yaptı ve hâ­kimiyeti altındaki bütün bölgelerde Şia mezhebine resmiyet kazandırdı.

Şah İsmail’in ölümünden sonra (H. 930) diğer Safevi pa­dişahları on ikinci yüzyılın ortala­rına kadar İran’da yönetimi ellerinde bulundurdular. Hepsi de Şia mezhebini resmi mez­hep kabul ettiler ve bunu yaymak için çabaladılar.

Camiler, dini medreseler ve vakıflar gibi birçok dini mer­kez kurdular. Dini önderlerin tür­belerini tamir ettiler. Bu girişimlerin nedeni dini ve fıtri cazibeye ilave olarak Safevi sara­yında olan Mir Damad ve Şeyh Bahai gibi büyük âlimle­rin onları dini değerleri korumaya ve farklı ilim dallarında büyük âlimler yetiştirmesi için teşvik etmeleriydi. Bu döne­min önde gelen büyük âlimleri şunlardır: Mir Damad, Mu­hakkik Kereki, Şeyh Bahaî ve babası Şeyh Hüseyin Abdul­samet, Sadrulmutellihin Molla Sadra, Allame Meclisi, Mu­hakkik Erdebili, Molla Abdullah Yezdi, Feyz Kaşani… vb.

Bu dönemde Osmanlı devleti de İslam dünyasının büyük bir kısmına hükmediyordu. Taassupkar bir şekilde Ehl-i Sünnet mezhebine bağlıydı ve Şialara karşı düşmanlık besli­yordu. Hatta âlim geçinen cahillerden Şiilerin İslam’dan çıktıkları ve öldürülmelerinin farz olduğuna dair fetva aldı. Yavuz Sultan Selim Anadolu’da dört bin veya yedi bin in­sanı Şia olmak suçuyla öldürdü. Halep’te Şeyh Nuh Ha­nefi’nin Şiaların kafir ve öldürülmelerinin farz olduğuna dair fetvasından sonra on bin Şii öldürüldü. Kalanlar ise kaçmak zorunda kaldılar ve hatta Halep’te bir Şia bile kalmadı. Hâl­buki Hemdaniler devletinin ilk döneminde Şialık Ha­lep’te çok yayılmıştı. Halep Alî Ebi Zuhre ve Alî Ebi Curde ve… gibi fıkıhta büyük âlimlerin merkezi konumundaydı ki bun­ların adları Emelu’l-Amal kitabında kaydedilmiştir. Osman­lıların eliyle şahadet makamına ulaşan Şia’nın büyük âlimle­rinden biri de Şehit Sani’dir.

Osmanlılar Şiileri devlet kurumlarından kovdular ve dini merasimlerini yerine getirmekten menettiler. Özellikle Şam bölgesi ve Şiilerin azınlıkta yaşadıkları diğer yerlerde Şiile­rin dini görevlerini yapmalarını engellediler. Bu sıkıntılı dönem dört asır (1198–1516) boyunca de­vam etti.[17]

Bundan sonra da Şialar için bu siyasi şartlar devam etti. İran’da Şiilik devletin resmi mezhebi olarak kabul edildi ve halk arasında mezhebi ihtilaflar ortaya çıkmadı. Fakat İslam dünyasında bilhassa Vahabilerin etkisi altında olan bölge­lerde ve Şii olmayan diğer devletlerde Şiilerin siyasi du­rumları hiç de iç açıcı değildi. Ancak İran’da İslam devrimi­nin başarıya ulaşmasın­dan sonra devrim önderinin yol göste­riciliği ve bilgece yaklaşımı ile Şia mezhebi ve inançları hakkında birçok gerçek aydınlandı. Her ne kadar sömürgeci güçler İslam dünyasının değişik yerlerinde tefrika ve düş­manlık yaratma siyasetlerini devam ettirse de her gün Şia mezhebinin taraftarları artmaktadır.

 

Ali Rabbani Gülpayigani
——————————————————————————–

[1] Tarihu’l-Hulefa, Suyuti, s. 261.
[2] Bkz. Tarih-i Mesudi, C. 3, s. 31 ve Tarih-i İbni Esir, C. 4, s. 275.
[3] Biharu’l-Envar, C. 47.
[4] Ayanu’l-Şia, C. 1, s. 29.
[5] Tarihu’l-Şia, s. 57.
[6] Bkz. Tarihu’l-Hulefa, s. 437.
[7] Tarih-i Temedune İslami, Corci Zeydan, s. 587.
[8] Tarihu’l-Hulefa, s. 369 ve Bkz. Tarihi Temedune İslami, s. 814–820.
[9] Bkz. Tarihu’l-Şia, s. 206–213 ve el-Şia vel-Teşeyu, 148–159 ve Şia der İslam, Allame Tabatabai, 29–30, Felasefetu’l-Şia, Şeyh Abdullah Nimeh, s. 516–519.
[10] Fatımilerin ilk halifesi Ubeydullah Mehdi olduğu için bu devlete Ubeydiyyun da denilmiş­tir.
[11] Tarihu’l-Hulefa, s. 401–402.
[12] Tarihu’l-Şia, s. 139–141.
[13] Tarihi Temedune İslami, s. 822–825.
[14] El-Ezher fi Elif-i Am, Hafaci, C. 1, s. 58.
[15] Tarihu’l-Şia, s. 192–194, Şia ve Hâkimun, s. 190–193.
[16] Bkz. Tarihu’l-Şia, s. 214–219, Kitabu’l-Elfeyn’in Önsözü, Seyyid Mehdi Horasan.
[17] El-Şia vel-Hâkimun, s. 194–197.