Şia Tarihinde Siyasi ve Sosyal Değişim
Bu dersimizde kısaca bu değişimlere değineceğiz.
1- Halifeler Dönemi:Bu dönemin büyük bir bölümünde Şia siyasi ve sosyal açıdan matlup bir duruma sahip değildi. Fakat İmam Ali (a.s.)’ın hilafeti döneminde matlup bir duruma sahip oldu ve Emir el-Müminin tarafından tevhidi maarif açıklandı. Böylece birçok âlim tefsir, fıkıh ve kelam alanlarında onun ilim denizinden istifade etti.
Tabii İmam Ali (a.s.) kendi hilafeti döneminden önce de tevhidi maarifi beyan ediyor ve birçok âlim yetiştiriyordu ama kendi hilafeti döneminde bunda gözle görünür bir artış oldu. 2- Emeviler Dönemi
Bu dönemin büyük bir bölümünde siyasi şartlar tamamen Şia’nın aleyhineydi. Şialar Emevi hâkimleri tarafından birçok ruhi ve cismi işkence ve eziyetlere tahammül etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen dini ve kelamî risaletlerinden geri kalmadılar ve masum imamların yol göstericilikleri ile güçleri oranında risaletlerini hayata geçirdiler.
Emevi devletinin son dönemlerinde ve Abbasilerin ilk dönemlerinde yani İmam Bakır’ın imamet döneminin bir bölümü ile İmam Sadık’ın imameti dönemlerinde Şialar ve Ehlibeyt için siyasi şartlarda nispeten bir iyileşme görüldü. Zira Emevi devleti yıkılmak üzereydi ve Emevi hâkimleri fikri ve ruhsal ıstıraplar içindeydiler. Bu yüzden Şialara baskı yapacak durumda değillerdi. Abbasiler döneminin başlangıcında ise devletin tam oturmaması, sebatın olmaması ve aynı şekilde Ehlibeyti savunma şiarıyla Emevilere karşı galip geldiklerinden Ehlibeyt ve taraftarları iyi bir konumdaydılar. Bu dönemde İmam Bakır (a.s.) ve İmam Sadık (a.s.) vesilesiyle Şia’nın ilmi ve kültürel hareketinin temelleri atılıp yayıldı.
3- Harun’dan Mansur’a
Mansur döneminde bir defa daha Ehlibeyt siyasi baskılara maruz kaldı. Nitekim Suyuti bu hususta şunları söylemiştir:
“Mansur, Aleviler (Şiiler) ile Abbasiler arasında fitne ateşini yakan ilk Abbasi halifesi idi. Hicri 145’te (Mansur’un hilafetinin dokuzuncu yılında) Abdullah bin Hasan bin Hasan bin Ali bin Ebutalib’in çocukları Muhammed ve İbrahim, Mansur aleyhine ayaklandılar. Fakat o ikisi ve Ehlibeyt’ten birçok kişi Mansur’un eliyle şahadet makamına ulaştı.”[1]
Muhammed Eskanturi şöyle diyor: “Mansur’un yanına gittim. Derin düşüncelere daldığını gördüm. Ne düşünüyorsun? dedim. Fatma’nın evlatlarından bin kişiden fazlasını öldürdüm ama büyüklerini (İmam Sadık) öldürmedim, diye cevap verdi.”
Mansur’un Şialara yaptığı işkenceler ve onları karanlık ve korkunç zindanlara atıp duvar aralarına koyması meşhurdur.[2]
Mansur’un emriyle şehit olanlardan biri de İmam Sadık (a.s.)’ın idari işler sorumlusu ve yakın ashabından olan Mualli bin Hanis idi. Mansur, Medine valisi Davud bin Urve’den onu öldürmesini istedi. Davud, Mualli’yi yanına çağırdı ve ölümle tehdit edip Şiilerin isimlerini kendisine söylemesini istedi. Mualli direndi ve dedi ki: “Allah’a yeminler olsun ki eğer bunlardan birisinin ismi ayaklarımın altında olsa ayaklarımı kaldırmam.” Davud onu öldürdü ve başını da kesip astı.
O nihayetinde İmam Sadık (a.s.)’ı zehirleyip şehit etti.[3]
Bu durum Mehdi Abbasi (h. 158–168), Hadi Abbasi (on beş ay) ve Harun Reşit (170–193) dönemlerinde de devam etti. Bunlar baskı, işkence, zindan, sürgün ve öldürmede Mansur’un yolunu devam ettirdiler. Muhammed bin Ebi Amir ve Fazl bin Şazan onun emriyle zindana atıldılar ve işkence gördüler. O, Hişam bin Hakem’in yakalanma emrini de verdi ama Hişam kaçıp gizlendi. Harun Reşid’in emriyle Hamid bin Kahtebe’nin cinayeti meşhurdur.[4]
4- Emin’den Vasık’a (193–232)
Harun’dan sonra Muhammed Emin dört yıl birkaç ay boyunca hilafet makamında oturdu. Onunla ilgili Ebu’l-Ferec Makatilu’l-Talibiin adlı eserde şunları yazmaktadır:
“Emin’in Ali bin Ebutalib’in evlatlarına karşı yöntemi seleflerinin aksineydi. Sebebi de hayatını güzel geçirmek istemesi ve bunun için gerekli vesileleri hazırlamakla uğraşmasıydı. Nihayetinde kardeşi Memun ile savaştı ve öldürüldü.”
Memun kardeşini öldürdü ve siyasi gücü ele geçirip yirmi yıl boyunca (198–218) Abbasiler devletini yönetti.
Memun’un yönetimi döneminde Şialar İslam dünyasının birçok şehrine nüfuz etti ve bunun etkileri Memun’un sarayında da zahir oldu. Nitekim Memun’un veziri Fazl bin Suheyl Zu’l-Riyaseteyn ve ordusunun komutanı Tahir bin Hasan Şia idiler.
Memun Şiaların çoğaldığını, İmam Rıza (a.s.)’ın halk tarafından sevildiğini, halkın babasından (Harun) rahatsız olduğunu ve önceki Abbasi yöneticilerine karşı adavet hislerine sahip olduklarını gördü. Bu yüzden görünüşte Alevilerle (Ehlibeyt) dostluk ve anlaşma yöntemini seçti ve bu yolla halkın teveccühünü kazandı. Riya ve nifak kapısından girip Şii olduğunu ilan etti. Ali bin Ebutalib’in hakkaniyetini, hilafetini ve Ebubekir ile Ömer’den üstün olduğunu söyledi. Hatta hilafetin teslimi ve ardında da veliaht meselesini gündeme getirdi. Fakat tek hedefi iktidarını korumak ve konumunu sabit kılmaktı. Nihayetinde de İmam Rıza (a.s.)’ı zehirleyerek şehit etti. Her halükarda zahirdeki bu yumuşama Şia akidesinin yayılması için gerekli zeminleri hazırladı.
Bu hususta etkili olan başka bir husus daha vardı. O da, Yunanca ve Süryanice’den birçok ilmi ve felsefi kitabın Arapça’ya tercüme edilmesi ve yayılmasıydı. Bu, Müslümanların akli ve istidlali ilimlere yönelmelerini çabuklaştırdı. Nitekim Memun’un kendisi de Mutezile mezhebine bağlıydı ve istidlali meselelere olan ilgisinden dolayı dinler ve mezhepler hakkındaki kelami tartışmaları serbest bırakmıştı. Şii âlim ve mütekellimler de bu fırsattan yararlanarak Ehlibeyt mezhebini yaymak için çabaladılar.
Mutasım (ö. 227, h.) ve Vasık (ö. 232, h.) dönemlerinde Ehlibeyt için siyasi şartlar Memun’un dönemi gibiydi. Nitekim bu ikisi de Mutezile kelamına ilgi duyuyorlardı ve kelami ve istidlali tartışmaları serbest bırakmışlardı. Her ne kadar Mutasım kendi batınında İmam Cevad (a.s.)’a düşmandıysa ve nihayetinde öldürme emrini verdiyse de İmam Cevad (a.s.)’dan sorulan birçok kelamî mesele, Mutasım döneminde halkın İmam Cevad (a.s.) ile görüşmesinin yasak olmadığını göstermektedir. İmam Cevad (a.s.)’ın şehit olmasından sonra cenazesinin defni için büyük bir kalabalık toplandı. Halbuki Mutasım halkı İmamın cenazesine katılmaktan men etmişti. Lakin kimse onun emrini dinlemedi ve kılıçlarını kuşanıp İmamın evinin etrafında toplandı. Bu da o dönemlerde Şia’nın sahip olduğu güce ve çoğunluğa delildir.[5]
5- Mütevekkil ve Ondan Sonraki Dönem
Mütevekkil’in (232–247) hâkimiyete gelmesiyle şartlar tamamen değişti ve Alevilere karşı olan kin ve baskılar yeniden gün yüzüne çıkmakla beraber Ehlibeyt ile irtibat da siyasi suç sayıldı. Mütevekkil’in Hicri 236’da Hz. Hüseyin (a.s.)’ın kabrini harabeye çevirmesi ve buranın ziyaret edilmesini yasaklaması meşhurdur.[6]
Mütevekkil’in düşmanlığı Şialarla sınırlı değildi. Felsefe, kelam ve akli ilimlere de muhalefet ediyordu. Corci Zeydan bu hususta şunları yazmaktadır; “Mütevekkil hilafete geldiği günden son nefesini verdiği ana kadar filozoflara, rey ve kıyas ehline ve mantıkçılara eziyet ve işkence etmekte geri kalmadı.”[7]
Mütevekkil’den sonra Abbasiler devleti birçok iç karışıklılıklarla karşı karşıya kaldı. Saraylılar iktidarı ele geçirmek için bazen çatışmalara giriyorlardı ve Mutezid Abbasi dönemine kadar (247–279) Muntesir, Mustain, Mutez, Muhtedi ve Mutemid olmak üzere beş kişi hilafet tahtına oturdu. Mutezid’in iş başına gelmesiyle Abbasi hilafeti tekrar eski gücüne kavuştu. Suyuti onun hakkında şunları söylemektedir: “Ona ikinci Seffah lakabını vermişlerdi. Zira ondan önce ve Mütevekkil’den sonra yok olmakla karşı karşıya kalan devlet kurumlarını ve ordusunu tekrar eski gücüne kavuşturmuştu.”[8]
6- Al-i Buye, Fatımiler ve Hemdaniler Dönemi
Hicri dördüncü ve beşinci yüzyılda siyasi şartlar açısında Şiiler en iyi dönemlerini yaşadılar. Zira Al-i Buye hanedanı Şia idiler ve Abbasi devletinin kurumlarında çok fazla nüfuzları vardı. Buye’nin daha önce Fars bölgesini yöneten Ali, Hasan ve Ahmet adındaki çocukları Hicri 333’te Mustekfi zamanında Bağdat’a gidip saraya uğradıklarında halife tarafından büyük bir ihtiramla karşılandılar. Burada Ahmet “Mazu’l-Devlet” Hasan “Ruknu’l-Devlet” ve Ali “İmadu’l-Devlet” lakaplarını aldılar. Emir el-Umera makamına sahip olan Mazu’l-Devlet daha sonra Mustekfi’ye vazife belirleyecek kadar güç sahibi oldu. Onun emriyle Aşura günü pazarlar tatil edildi ve İmam Hüseyin (a.s.) için matem merasimleri tutuldu. Geniş bir şekilde Gadir-i Hum merasimleri oldu.
Velhasıl Al-i Buye yöneticileri İmamiye mezhebinin yayılması için çok çabaladılar. İslam devletinin merkezi olan Bağdat’ta Al-i Buye’den önce halk Ehl-i Sünnet mezhebine tabi idiler. Fakat Al-i Buye’nin gücü ele geçirmesiyle Şialar arttı ve özel merasimlerine katılımlar çoğaldı. Bu dönemde yaşayan İmamiye mezhebinin meşhur mütekellimi Şeyh Müfid çok saygı gören bir insandı. Bağdat’ın Kerh bölgesinde olan Berasa Camisi ona aitti. O bu camide namaz kıldırmak ve vaaz vermek dışında öğrenci yetiştirmekle de meşgul idi. Sahip olduğu ilmi ve içtimai konumundan dolayı Şia’nın farklı gruplarını düzene sokmayı başardı ve Şia akidesini sağlamlaştırıp yaydı.
Al-i Buye’nin hizmetleri sadece Şia mezhebi ile sınırlı değildi. Bilakis İslam medeniyet, kültür ve edebiyatına büyük hizmetlerde bulundu. Ğanavi, el-Edeb fi Zilli Beni Buye eserinde şunları söylemektedir; “Al-i Buye döneminin en önemli özelliği; bu dönemde ilmi ve kültürel seviyenin yükselmesi idi. Zira Al-i Buye sultanı ve vezirlerinin bu husustaki etkileri çok fazla idi. Sultanlar daima vezirleri yazarlar ve âlimler sınıfından seçiyorlardı… Bundan ötürü şöhretleri bütün âlemi kapladı. Her taraftan âlimler ve edipler bunlara yöneldiler ve onların teveccühlerine mazhar oldular. İlim, felsefe ve edebiyat alanında ve düşünceleri harekete geçirmede öncülerini (Abbasi halifeleri) geçmişlerdi.”[9]
Hicri dördüncü yüzyılda da Mısır’da Fatımiler kudreti ele geçirdiler ve Hicri altıncı yüzyılın sonlarına kadar (h. 567) hâkimiyetlerini sürdürdüler. Fatımiler devleti her ne kadar On iki imam mezhebine bağlı olmasa da Şia’ya davet temelleri üzerine kuruldu. İsmaili mezhebine bağlıydılar. Bu iki mezhep arasında her ne kadar birçok farklılık varsa da Şia mezhebinin sloganlarını koruma, vahiy hanedanından İslami öğretileri alma ve halkı bu yönteme uymaya teşvik etme hususunda her iki mezhep de uyum içindedir.
Suyuti şöyle demektedir: “Hicri 357’de Karametiler Şam’ı ele geçirip Mısır’ı da almak isteyince Ubeydiyun (Fatımiler)[10] buraya hâkim oldu. Böylece Rafızî (Şii) devleti Fas, Mısır ve Irak’a hâkim oldu. Bunun nedeni de Mısır hâkimi Kâfur Ahşedi’nin ölümünden sonra Mısır’ın düzeninin bozulması ve askerlerin maddi sorunlarla karşı karşıya kalması idi. Bu askerlerden bir grup Muazuddinullah (Fas bölgesi hâkimi) için mektup yazıp ondan Mısır’ı ele geçirmesini istediler. O, Cevher adındaki askeri komutanını bin süvari ile Mısır’a gönderdi. O da Mısır’ı ele geçirdi. Hicri 358’de siyah elbise giymeyi ve Beni Abbas’ın okuduğu hutbeyi okumayı yasakladı. Beyaz elbise giymeyi ve aşağıdaki hutbeyi okumayı emretti:
“Allahume Selli Ala Muhammedu’l-Mustafa ve Alâ Ali el-Murteza ve Alâ Fatimetu’l-Betul ve Alâ el-Hasan ve’l-Huseyn Sebti’l-Resul…”
O, Hicri 359’da el-Ezher üniversitesinin kurulması emrini verdi ve Hicri 361’de üniversitenin yapımı bitti. Aynı şekilde ezanda (Heyya Alâ Hayru’l-Amel) cümlesinin söylenmesi emrini verdi. Şam’da da Muazubillah’ın Şam hâkimi Cafer bin Felah tarafından böyle bir emir verildi.[11]
Hemdaniler ve Şia Mezhepleri
Hicri dördüncü yüzyılda İslam dünyasında başka bir Şii devleti kuruldu. Bu da Hemdaniler (293–391) devleti idi. Hemdanilerin en yetenekli sultanı Seyfu’l-Devlet (303–350) lakaplı Ali bin Abdullah bin Hemdan idi. O, âlim ve âlimleri seven savaşçı bir insandı. Hayatının çoğunu saldırgan Rumlarla savaşmakla geçirdi. Hemdaniler döneminde Halep ve etrafları gibi Suriye toprakları Balbek, Tevabeş, Cebelu Amil ve sahilleri Şiilerin yerleşim yeriydi. Bilhassa Halep şehri Şii âlimlerin ve özellikle Benu Zuhre’nin üssü sayılmaktaydı. Şia akidesinin yayılmasında önemli roller ifa eden Ebu Firas (ö. 357) Hemdanilerin meşhur şairi idi. Nitekim onun Meymiye kasidesi çok meşhurdur ve içeriği aşağıdaki şekildedir:
Hakikat korunmuş din de saygın kabul edilmiştir.Allah Resulü’nün ailesinin hakları ise ellerinden alınmıştır.
Hemdaniler hiç kimseyi Şia mezhebine tabi olmaya zorlamadılar, mal ve makam vesilesiyle de kandırmadılar. Halkı zorla ve korku ile Sünni olmaya mecbur kılan Emeviler, Abbasiler ve Selahattin Eyubi’nin aksine ihlaslı mübelliğleri halk için hakikatleri anlatıyor ve istedikleri mezhebi benimseme hususunda halkı kendi hallerine bırakıyorlardı.
Hemdaniler aydın ve özgür düşünceli insanlardı. Bu yüzden ülkeleri bütün mezhep ve dinlerden filozoflar, edipler ve âlimlerin karargahı olmuştu. Hatta Rum diyarındaki sanat erbabı bile ülkelerinden kaçıp Seyfu’l-Devlet’e sığınıyorlardı.[12]
Selçuklular ve Eyyubiler Döneminde Şia
Hicri beşinci yüzyılın ortalarında Selçuklu adında önemli bir devlet kuruldu ve Bağdat’ta mezhebi Sünni olan devleti yok olmaktan kurtardı. Şiilerin Mısır, Irak, Şam, Fars ve Horasan bölgelerindeki ilerlemelerinin önünü aldı. Selçuklular devleti Hicri yedinci yüzyılın sonlarına kadar varlıklarını korudu.
Hicri altıncı yüzyılın ikinci yarısında (565) kurulan bir diğer güçlü devlet de Eyyubiler devleti idi. Bu devlet meşhur komutan Selahattin Eyyubi tarafında kuruldu ve 848 yılına kadar varlığını devam ettirdi.[13]
Selahattin Eyyubi’nin haçlılarla olan savaşları ve fedakârlığı takdire şayandır. Lakin onun Ehl-i Sünnete aşırı bağlılığı ve Şiilere aşırı düşmanlığı inkâr edilemeyecek büyük bir zaafıdır. Mısır’ı Fatımilerden aldıktan sonra onlara karşı çok gaddarca davrandı. El-Ezher fi Elf-i Am adlı eserde şunlar yazılmaktadır: “Eyyubiler Şii eserlerine el atıp bunları yok ettiler. Selahattin, Fatımiler devletini azletti ve kavmini bir gece vakti evlerine gönderdi. Can yakıcı inleme ve ağlamaları o kadar yükselmişti ki halk ne yapacaklarını bilmez hale gelmişti…”[14]
Beni Ümmeye ve Haccac’ın bayram olarak kutladıkları Aşure gününü tekrar bayram olması emrini verdi. Ezandan (hayya alâ hayr-il amel) kelimesini çıkardı. Şiilere karşı zorlamada o kadar ileri gitti ki ancak Ehl-i Sünnet’in dört mezhebinden birine tabi olanların şahadetlerinin kabul edilmesi emrini verdi. Bu dört mezhebe bağlı olmayanların ders verme hakkı yoktu. Fatımilerin kurduğu ve içinde farklı ilim dallarında birçok şahane eserin bulunduğu kütüphaneyi yok etti. Bu düşmanca yöntemin sonunda Şiilik Mısır’da unutuldu.[15]
Moğollar Döneminde Şia
İran’da kurulan Moğollar devleti Hicri 650’de Hulagu Han tarafında kuruldu ve 736’da Sultan Ebu Said’in ölümüyle yıkıldı.
Hulagu Han Irak’a ikinci saldırısında Abbasiler devletini ortadan kaldırdı. Bütün mezhepleri öğretilerini yaymada ve mezheplerinin gereksinimlerini yapmada serbest bırakıp âlim ve ulemayı saygın bildi. Başka bir ifade ile Hulagu Han katliam ve yağmalarında dini temayüller esasınca hareket etmiyordu. Bu yüzden ele geçirdiği bölgelerde farklı dinlere karşı ılımlı davranıyor ve onları öğretilerinde serbest bırakıyordu.
Hulagu Han’ın Müslüman olup olmadığı hususunda ihtilaflar vardır. Hatta bazıları onun Şiiliği bile kabul ettiğini bile iddia etmişlerdir. Fakat Nikovadarbin Hulak (Ahmet), Gazan Han (Mahmud), Nikolavus (Sultan Muhammed Hudabende) ve Bahadır Han adlı dört Moğol sultanının Müslüman olduğu kesindir. Ahmet’in saltanatı pek etkili değildi. Gazan Han hakkında Şii olduğuna dair tarihi deliller vardır. Sultan Muhammed Hudabende ise ilk başlarda Hanefi mezhebine bağlıydı. Fakat zamanın Ehl-i Sünnet âlimleri arasında en bilge âlim olan ve sultan tarafında kadılar kadısı makamına atanan Nizamuddin Abdulmelik Şafii, Hanefi mezhebi âlimleriyle girdiği tartışmada galip geldiği için sultan da Şafii oldu. Nihayetinde Nizamuddin Abdulmelik Şafii ve Allame Hilli (ö. 762 h.k) arasında vaki olan tartışmada Allame Hilli, Nizamuddin’e karşı galip geldiğinden sultan da Şii mezhebini seçti. Ardından ülkesinin sınırları içinde yer alan bütün bölgelerde İmamiye (Şii) mezhebinin merasimlerinin icra edilmesi emrini verdi. Sultanın emriyle Allame Hilli “Nehecu’l-Hak ve Keşfu’l-Sıdk” adlı meşhur eserini kaleme aldı. Muhammed Hudabendi’den sonra saltanat tahtına oturan oğlu son Moğol sultanı Bahadır Han da Şia mezhebine tabi idi.
Moğol sultanları döneminde büyük Şia âlimleri ortaya çıktı ki bu âlimler şunlardır; Şerayi kitabının yazarı Muhakkik Hilli (ö. 676. h.k), el-Camî el-Şerayî kitabının yazarı Yahya bin Said (ö. 689 h.k.), Allame Hilli, babası Sedidudin Hilli, oğlu Fahru’l-Muhakkikin (ö. 771 h.k.), Seyyid Raziddin bin Tavus (ö. 664 h.k.), Seyyid Gıyaseddin bin Tavus (ö. 693 h.k), İbni Miysem Bahrani (ö. 676 veya 699 h.k.), Hacı Nasreddin Tusi (ö. 672 h.k.), Kutbettin Razi (ö. 766 h.k)… vb.
Bu dönemin en ilginç olayı “seyyar medresenin” ortaya çıkmasıdır ki Allame Hilli’nin önerisiyle sultan Muhammed Hudabende tarafında tesis edildi. Zira Moğol sultanları yazları Merağe ve Sultaniye’de kışları da Bağdat’ta ikamet ediyorlardı. Bununla birlikte sultan Muhammed Hudabende daima yanında büyük âlimleri bulunduruyordu. Allame Hilli’yi çok sevdiğinden onun da kendisi ile birlikte olmasını istedi. Allame’nin bu öneriyi reddetmesi maslahat değildi. Çünkü Allame Hilli’yi sevmeyen insanlar onun bu davranışını farklı şekilde yorumlayıp aleyhinde kullanma olasılığı vardı. Allame Hilli bir taraftan da bütün zamanını sultanın yanında geçirip ilmi çalışmalarından geri kalmak istemiyordu. Bu yüzden seyyar medrese önerisinde bulundu. Sultan da bu öneriyi kabul etti. Böylece Allame Hilli İmamiye akait ve öğretilerini yaymayı ve birçok öğrenci yetiştirmeyi başardı.[16]
Safeviler ve Osmanlılar Dönemi
Hicri onuncu yüzyıla kadar siyasi şartlar açısından Şia eski dönemlerdeki (Eyyubiler ve Selçuklular dönemi) gibi bir dönemi yaşamaktaydı. Fakat bu dönemin sonunda Birinci Şah İsmail’in eliyle Safevi devleti kuruldu ve Şia mezhebi resmi mezhep ilan edildi. İran o zamana kadar taife emirleri tarafında yönetiliyordu ve her bölgeyi bir emir, vezir, han ve kabile reisi ele almış yönetiyordu. Şah İsmail’in yaşı on dördü geçmemesine rağmen babasının müritlerinden bir ordu oluşturdu ve tek bir İran düşüncesine binaen Erdebil şehrinden ayaklandı. Farklı bölgeleri birbiri ardınca fethetti ve taife emirlikleri sistemini ortadan kaldırdı. Böylece küçük parçalara ayrılmış İran’ı tek ve düzenli bir ülke yaptı ve hâkimiyeti altındaki bütün bölgelerde Şia mezhebine resmiyet kazandırdı.
Şah İsmail’in ölümünden sonra (H. 930) diğer Safevi padişahları on ikinci yüzyılın ortalarına kadar İran’da yönetimi ellerinde bulundurdular. Hepsi de Şia mezhebini resmi mezhep kabul ettiler ve bunu yaymak için çabaladılar.
Camiler, dini medreseler ve vakıflar gibi birçok dini merkez kurdular. Dini önderlerin türbelerini tamir ettiler. Bu girişimlerin nedeni dini ve fıtri cazibeye ilave olarak Safevi sarayında olan Mir Damad ve Şeyh Bahai gibi büyük âlimlerin onları dini değerleri korumaya ve farklı ilim dallarında büyük âlimler yetiştirmesi için teşvik etmeleriydi. Bu dönemin önde gelen büyük âlimleri şunlardır: Mir Damad, Muhakkik Kereki, Şeyh Bahaî ve babası Şeyh Hüseyin Abdulsamet, Sadrulmutellihin Molla Sadra, Allame Meclisi, Muhakkik Erdebili, Molla Abdullah Yezdi, Feyz Kaşani… vb.
Bu dönemde Osmanlı devleti de İslam dünyasının büyük bir kısmına hükmediyordu. Taassupkar bir şekilde Ehl-i Sünnet mezhebine bağlıydı ve Şialara karşı düşmanlık besliyordu. Hatta âlim geçinen cahillerden Şiilerin İslam’dan çıktıkları ve öldürülmelerinin farz olduğuna dair fetva aldı. Yavuz Sultan Selim Anadolu’da dört bin veya yedi bin insanı Şia olmak suçuyla öldürdü. Halep’te Şeyh Nuh Hanefi’nin Şiaların kafir ve öldürülmelerinin farz olduğuna dair fetvasından sonra on bin Şii öldürüldü. Kalanlar ise kaçmak zorunda kaldılar ve hatta Halep’te bir Şia bile kalmadı. Hâlbuki Hemdaniler devletinin ilk döneminde Şialık Halep’te çok yayılmıştı. Halep Alî Ebi Zuhre ve Alî Ebi Curde ve… gibi fıkıhta büyük âlimlerin merkezi konumundaydı ki bunların adları Emelu’l-Amal kitabında kaydedilmiştir. Osmanlıların eliyle şahadet makamına ulaşan Şia’nın büyük âlimlerinden biri de Şehit Sani’dir.
Osmanlılar Şiileri devlet kurumlarından kovdular ve dini merasimlerini yerine getirmekten menettiler. Özellikle Şam bölgesi ve Şiilerin azınlıkta yaşadıkları diğer yerlerde Şiilerin dini görevlerini yapmalarını engellediler. Bu sıkıntılı dönem dört asır (1198–1516) boyunca devam etti.[17]
Bundan sonra da Şialar için bu siyasi şartlar devam etti. İran’da Şiilik devletin resmi mezhebi olarak kabul edildi ve halk arasında mezhebi ihtilaflar ortaya çıkmadı. Fakat İslam dünyasında bilhassa Vahabilerin etkisi altında olan bölgelerde ve Şii olmayan diğer devletlerde Şiilerin siyasi durumları hiç de iç açıcı değildi. Ancak İran’da İslam devriminin başarıya ulaşmasından sonra devrim önderinin yol göstericiliği ve bilgece yaklaşımı ile Şia mezhebi ve inançları hakkında birçok gerçek aydınlandı. Her ne kadar sömürgeci güçler İslam dünyasının değişik yerlerinde tefrika ve düşmanlık yaratma siyasetlerini devam ettirse de her gün Şia mezhebinin taraftarları artmaktadır.
Ali Rabbani Gülpayigani
——————————————————————————–
[1] Tarihu’l-Hulefa, Suyuti, s. 261.
[2] Bkz. Tarih-i Mesudi, C. 3, s. 31 ve Tarih-i İbni Esir, C. 4, s. 275.
[3] Biharu’l-Envar, C. 47.
[4] Ayanu’l-Şia, C. 1, s. 29.
[5] Tarihu’l-Şia, s. 57.
[6] Bkz. Tarihu’l-Hulefa, s. 437.
[7] Tarih-i Temedune İslami, Corci Zeydan, s. 587.
[8] Tarihu’l-Hulefa, s. 369 ve Bkz. Tarihi Temedune İslami, s. 814–820.
[9] Bkz. Tarihu’l-Şia, s. 206–213 ve el-Şia vel-Teşeyu, 148–159 ve Şia der İslam, Allame Tabatabai, 29–30, Felasefetu’l-Şia, Şeyh Abdullah Nimeh, s. 516–519.
[10] Fatımilerin ilk halifesi Ubeydullah Mehdi olduğu için bu devlete Ubeydiyyun da denilmiştir.
[11] Tarihu’l-Hulefa, s. 401–402.
[12] Tarihu’l-Şia, s. 139–141.
[13] Tarihi Temedune İslami, s. 822–825.
[14] El-Ezher fi Elif-i Am, Hafaci, C. 1, s. 58.
[15] Tarihu’l-Şia, s. 192–194, Şia ve Hâkimun, s. 190–193.
[16] Bkz. Tarihu’l-Şia, s. 214–219, Kitabu’l-Elfeyn’in Önsözü, Seyyid Mehdi Horasan.
[17] El-Şia vel-Hâkimun, s. 194–197.